Bir deprem oldu…
Savruldu hayatlarımız, yaşamak, nefes almak meğer ne kadar önemliymiş anladık. Su içmek gibi basit bir eylem bile aslında ne kadar güzel keyif veren bir şeymiş fark ettik.
Hayat aslında yaşamaya değermiş artık isyandan ettiğimiz o “off öleyim de kurtulayım” cümlelerini sarf etmiyoruz. Çünkü belki enkaz altında kalan biz değildik ya da ölen ama hiç bu kadar da ölüme yakın olmamıştık. Ölüm acı olan tek gerçek şey…
Artık kimse eskisi gibi olamayacak…
Artık ertelemek bir şeyleri ötelemek yok saymak aman sonra yaparım demek yok çünkü sonramız bir daha hiç olmayabilir. Hayat bize tekrar bir şans verdi. Bunu nasıl kullanabileceğimiz bize kalmış. Hepimizin yaşam çarkı o depremle tekrar döndü nerede durdurmak istediğimiz bizim elimizde…
Ne kadar boş şeylere üzülüyormuşuz aslında, ne kadar önemsiz şeylermiş anladık. Aslında bize ait olan tek şey kendimizmişiz, bastığımız toprak bile emanetmiş günü gelince giden…
Şimdi durup sormalıyız kendimize bu kadar emanet yaşadığımız hayatımızda bu lüzumsuzca yaptığımız alışverişler, tıka basa dolu dolaplar, midelerimizden ne kalır bize, bizimle gelen bir kefen bile olmayabiliyorken…
‘Maksat gönüller bir olsun aman varsın bir şeyler eksik olsun’ demiş ya büyüklerimiz, ne güzel söylemişler. Küçük olsaydı evler, koltukla halı uymasaydı birbirine ama hayatlar yarım kalmasaydı. Pamuk ipliğine bağlı yaşamasaydık. İnsan hayatı bu kadar ucuz olmasaydı. En sevdiklerine bir veda bile edemedi insanlar kimilerinin mezarı bile yok, işte bu kadar yok sayıldık bir depremle…
Ateş düştüğü yeri yakar, ne kadar acır ki diğerinin canı derdim hep, acırmış hissettim. Yattığın yataktan, uyduğun yastıktan, ayağına giydiğin çoraptan utanıyorsun, utandım da nefes alamadık, evlerimize sığamadık, çocuklarımızı öpemedik. Kalbimiz yüreğimiz onlarla orada attı. Olan sadece bir doğal afetti belki ama yaşadıklarımız okullarda çocuklara ders olarak anlatılması gereken unutturulmayacak şeylerdi. Ülkende kefen çağrısı yapıldı. Unutma yavrum demeli öğretmenler. İşte ‘işini doğru düzgün yapmazsan aman ne olur deme bak neler oldu gördük biz’ demeliyiz.
Yaşanan bir doğal afetle hırsızlığın, aç gözlülüğün, torpilin ne kadar illet bir şey olduğunu soru soran muhabirlerden bile anladık. Ailesi enkaz altında kalmış hayatının en kötü dönemini geçiren insanlara sorulacak soru ‘en son ne zaman yemek yediniz’ olmamalıydı. Ya da bir müteahhit ‘aman bu ufacık bir şey bunu da görmezden geleyim’ dediği şeylerin kaç kişinin canını aldığını unutmamalıyız.
Kiracısına indirim yapmayan ev sahibinin kiracısı ile aynı çadırda kaldığını gördük. Ne kaldı elimizde bu doymak bilmez cebimizden, gözlerimizden? Geriye bir avuç toprak bile kalmadı. Biz bir şeyleri hep halının altına süpürmeye alıştırıldık. Ama artık buna dur demezsek yarın biz de onlarla aynı durumda kalan taraf oluruz. Çünkü insan kendi başına gelene kadar hiç böyle şeyler yaşamam sanır, yarında bir başkası kelimelere alır bizi, bu çark böyle dönmemeli diye düşünüyorum. Kurtuluşlar mucizeler gösterildi. Böyle mucizelerden medet umduk bizler, böyle şeyler hiç yaşanmasaydı da olmaz olsaydı böyle mucizeler, ikinci kez doğmak zorunda bırakılmasaydı bu hayatlar, ya göremediklerimiz hayatını kaybeden o canlar sayılarla rakamlarla anlatıldı. Rakamdan ibaretiz 123… Bu kadar bir sayın var damga gibi ölümünü anlatan. Kaç hayat soldu kim bilir, geleceğin bilim insanlarını, müzisyenlerini, ressamlarını bıraktık biz o beton yığınlarının altında. Onlarca umudu bir gece ansızın gömdük biz bir hiç uğruna, sahi ne kazandık? Fazladan bir gömlek, bir ev, bir ayakkabı mı girdi hayatımıza? Vay be, ne çok şey aferin bizlere…
Evet bu her şeye rağmen bir doğal afet, Allah’tan geldi. Kader belkide, evet yaşanması gerekiyordu. Orada o zamanda, o saatte. Peki çal mı dedi Allah? Betonu çal, kolonları kır, çadırları sat mı dedi bize? Bu sınavdan biz sınıfta kaldık. Ne demişler “SEN EŞŞEĞİNİ SAĞLAM KAZIĞA ÖNCE BAĞLA TAKDİR ALLAH’TAN”, biz kapıyı açık bırakıp Allah’ım hırsız girmesin diye dua edersek Allah demez mi senin aklın nerede, seni diğer varlıklardan ayıran özelliğin aklın nerede?
O kadar canın hakkı hepimizin üstünde, onların haklarını bir yazıda, bir mahkeme salonunda, bir hastanede, bir TV ekranında savunmak hepimizin boynunun borcu.
Çünkü yıllarca kendi köyünden hiç çıkmamış amcanın kendi toprağından giderken ki göz yaşları, bir çocuğun ‘Baba dünyada sadece biz mi kaldık?’ sesi, bir annenin çaresizce bebeğine mama çalıp utanması, ölmüş kızının elini bırakmayan babanın çaresizliği, bunların hepsi unutmamamız gerekenler değil mi?